Cemil Meriç ilginç bir isim. Bu dönemde yaşasaydı marjinal damgası vurulacak bir kişiydi. Çünkü fikirleri yalın ve bir beyaz kağıdın netliğinde. Kaleme aldığı "Bu Ülke" kitabı ise tam bir şiir tonunda yazılmış eser. Şiir dememden sebep düz yazı ile şiir ahengi birbirine girmiş durumda. Düz yazı eserini okuduğunuzda içinizde şiirce konuşuyor düşünceler.
Cemil Bey, çocukluk yıllarında zorbalığa uğrayan bir kişiydi. Özellikle gözlüklerinden ötürü, arkadaşlarının şiddetine ve alaylarına maruz kaldı. Belki yaş ilerledikçe insan bu tür yaraları tolere edebilir; fakat çocukken, böyle bir ferahlık düşünülmez bile. Söylenen sözler, bir pervane gibi insanın içinde dönüp durur; ve bir bakarsınız, o masum yürek kendini ateşin tam ortasında buluvermiş.
Bir adamı tanımak için, düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lazım hiç değilse. Hayatın maddi olaylarıyla ancak kronoloji yapılabilir. Kronoloji, aptalların tarihi.
Zannediyorum ki, insan arzularıyla ve acılarıyla insan olur. Kimi zaman savrulur, kimi zaman olgunlaşır. Bu savruluşu ve olgunlaşmayı Cemil Bey'in hayatında da görüyorum. O, kronolojinin yalnızca maddi bir akış içinde yapılabileceğini düşünür ki, ben de bu fikre katılıyorum. Çünkü insanın iç dinamikleri belirli bir sıraya dizilemez; yarınların gücü, bu iç dinamiklere göre şekil değiştirir. Ruhun değişken seyrine bağlı bir geleceğin kronolojisi yapılamaz.
İnsanın ruh hâlini belirleyen, yaşadığı acılar ve taşıdığı isteklerdir. Acıları sayesinde duygularını yakından tanır, onları tecrübe eder. İstekleri ise, neyi arzuladığını ve nasıl bir düşünce yapısına sahip olduğunu gösterir. İşte Cemil Bey’in özgün hikâyesi de tam burada, bu ince eşikte başlıyor.
Kasabanın çocukları hep korkunç. Bol bol dayak yiyor, hep hakarete uğruyorum. Şikayet edeceğim kimse yok. Mektep bahçesinde çocuklar oynuyor... Ben yine yalnızım ve yabancıyım, yabancı yani düşman. Dilim başka ve gözlüklerim var... Kendimden utanıyorum.
Cemil Bey, çevresindeki insanlar tarafından dışlanmış; hem sözlü hem de fiziksel zorbalığa maruz kalmış biriydi. Bu yüzden, kendi içinde bir fildişi kulesi inşa etti ve bu kuleye kendisinden başka hiç kimseyi kabul etmedi. Ancak orada yalnızca oturup kalmadı; okudu, düşündü ve yazdı. Bilgi yelpazesi Hint edebiyatından Fransız edebiyatına kadar uzanıyordu. Kendi ülkesi hakkında da net ve keskin düşüncelere sahipti. Anılardan bahsettiği bir bölümde, Türkiye’de yaşayan birçok gencin Avrupa hayranlığına kapıldığını dile getiriyor. Üstelik bu hayranlık aşırıya kaçtığında, kişinin kendi ülkesine bile düşman olabileceğini vurguluyordu.
Kitaptaki başlıklar altında toplanan denemeler son derece özgün. Özellikle başlangıçta karşılaştığım “Mezar taşları bile yalan söyler” cümlesi beni derinden etkilemişti. Sahi, mezar taşı neden yalan söyler? Fransızlar böyle bir atasözü kullanmış. Günlerce düşündüm bu sözün üzerinde. Ve sonunda kendi kanaatime vardım: Mezar taşlarında yazılı olan doğum ve ölüm tarihleri, gerçekte bir yalanı fısıldıyor. Çünkü o tarihler arasında insanın gerçekten yaşayıp yaşamadığını kim iddia edebilir? İşte bu düşünceden yola çıkarak bir eser kaleme aldım. Bu da, kitabın bana nasıl derin bir ilham kaynağı olduğunu gösteriyor.
Cemil Bey, ülkemizde yaşanan olayları tarafsız bir bakışla akıl terazisine çıkarıyor. Sağ ve sol ekseninde konumlanan düşünce yapılarının ve taraftarlarının zaman zaman hataya düştüklerini açıkça dile getiriyor. Onun düşüncelerinden, herhangi bir tarafa bağlı olmadığını rahatlıkla anlayabiliyoruz. Zira sözlerinde bir parçalanmışlıktan, bir duygusal kopuştan söz ediyor. Ancak buna rağmen hayat, kendi mecrasında akmaya devam ediyor.
Dilimle, zevklerimle ve heyecanlarımla, yarımla Büyük Doğu kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla Yön’e yakınım. Bu bir kopuş, bu bir parçalanış.
Kitapta geçen ve alıntıladığım bu bölüm benim için son derece kıymetli. Çünkü ben de yaşadığım müddet boyunca İslam dışında bir yere tam anlamıyla aidiyet duyamadım. İnancın saf olması gerektiğine inanıyorum; çıkar hesaplarının bu saflığı zedeleyeceğini düşünüyorum. Ne zaman şahsi tutkular ağır basmaya başlasa, ortada dava diye bir şey kalmaz. Bu noktada Sezai Karakoç’un davaya bakış açısını benimsiyorum: Ona göre dava, dünyada yaşarken insan kalabilme meselesidir. Kendisinin farkına varamayan bir insana, insan olduğunu hatırlatma çabasıdır. Bu yüzden sadelik, benim için büyük bir önem taşır. Çünkü sadeliğin içinde saklı, görünmeyen bir hazine gizlidir. Benim gözümde Cemil Bey ile Sezai Bey arasında da bir fark yoktur; ikisi de yaşadıkları müddet boyunca şahsi tutkularını ön plana çıkarmamışlardır.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde, her düşünceye saygı gösterilmesi gerektiği özellikle vurgulanıyor. Cemil Bey de kendisini bu şekilde tanımlıyor. Her başlığın altında ilham verecek incelikli detaylar gizli. Yine bu detaylardan birinde, Fransız bir araştırmacının yaptığı bir çalışmaya rastladım. Araştırmada, sırf okumak için kitap okumanın bir tür hastalık olduğundan söz ediliyordu. Anlaşılan, Cemil Meriç bu ifadeye alınmış olacak ki, şöyle bir imâda bulunuyor: “Ben, kendi fildişi kuleme okuma hastalığımdan dolayı kapanmadım.” Bunun bir mecburiyet olduğunu söylüyor ve bu mecburiyeti doğuranın da kendi hastalığı olduğunu ifade ediyor.
Cemil Meriç’i okurken, bir hastanın içsel ruh halini de fark ettim. Kendi psikolojimle paralellikler taşıyan bir görüntüydü bu. Çünkü toplumda bir yer edinmeye çalışırken, kişi, kendi dünyasını kurma zorunluluğu hissediyor. Bu yeni kurduğu dünya elbetteki avantajlar ve dezavantajlarla gelir. Fakat eğer kişi, bu dünyanın içinde doğru bir dengeyi kurabilirse, hayatına anlam katabilir ve yaşamın içinde yerini alabilir. Ben, bilgiyi Avrupalılar gibi "güç" olarak değil, erdemleri artırmak amacıyla kullanmak gerektiğine inanıyorum. Bilgi, insanın kendine ve başkalarına hükmetmesi için değil, erdemiyle büyümesi için var olmalı.
Üstat, kelamın haysiyet olduğunu ifade eder. İnsan, bir kelime söylediğinde, kendi iç dünyasını dışa vurur. Her kelime, bir formdur; öz ise, insanın kendisidir, daha doğrusu onun içindeki evrendir. Atalarımızın dediği gibi, "Testinin içinde ne varsa, dışarıya o taşar." Bu anlamın derinliğine varmak için daha pek çok husus var. Ancak belki de bu hususların hakkını verebilmek için bir kitap yazmak gerekebilir.
Bu eserdeki her başlık, dikkatle okunmalı; çünkü okudukça Cemil Meriç’in düşünce dünyasının ne kadar geniş bir yelpazeye yayıldığını fark ederiz. Onun bakış açısındaki bu geniş perspektif, bizim de ufkumuzu açar. Bir düşüncenin ne kadar derinlemesine ve titizlikle ele alınması gerektiğini öğreniriz.
Kitabın adının "Bu Ülke" olması, büyük bir anlam taşıyor. Çünkü bizleri, yaşadığımız ülkenin her detayını derinlemesine anlamaya çağırıyor. Olayları, düşünceleri ve fikirleriyle birlikte ortaya koyuyor. İslam ile demokrasi gibi önemli düşünceleri de işliyor, ve bu iki kutup arasındaki farkları ele alıyor. Hangi düşüncenin insana daha fazla değer verdiğini, bu eserde bulabiliyoruz.
Cemil Meriç, birkaç satırlık bir tahlil yazısına sığamayacak kadar büyük bir şahsiyet. Onu tam anlamıyla anlatabilmek için belki de kitaplar yazmak gerekir. O, ülkemizin yetiştirdiği nadir kişilerden biriydi. Erken yaşta kaybettiği görme yetisi ile dünyanın görüntüleriyle arasına mesafe koydu. Düşünüyorum da kim bilir gözleri görmeyi bırakınca neler hissetti. Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Fikirlerinin, düşüncelerinin yıllarca varlığını sürdüreceğinden hiçbir şüphem yok.
Yazıyı okumaya başlamadan evvel sadece "Bu Ülke" tahlili okuyacağımı sanıyordum fakat bu yazı Cemil Meriç'le Semih Çar'ın "Bu Ülke" ortak noktasında buluşması da olmuş ayrıca.Bu buluşma da yazıyı kuru bir tahlil yazısı olmaktan çok öteye taşıyıp, anlam kazandırmış. Emeğinize sağlık kıymetli hocam.
YanıtlaSilHocam çok teşekkür ederim. Yorumunuzu görünce mutlu oldum. Bütün kitapları okurken yazarın yerine geçiyorum zaman zaman. Bu da yazarla bütünleşmeye sevk ediyor beni. Böyle olunca "Bu cümleyi yazara yazdıran duygu neydi?" sorusuyla okumaya devam ediyorum. Tahlilde de böyle bir durum ortaya çıkıyor. Tekrardan teşekkür ederim. Allah razı olsun. :)
Sil