Tahlile kitabın adıyla başladığımızda, “kuşların söylediği” ya da “lisan-ı hâl ile anlatmak” anlamına gelen bir isimle karşılaşıyoruz. Kitap boyunca bir yolculuktan bahsediliyor. Bu yolculukta kuşların tamamı yedi vadiden geçerek yolun sonuna ulaşmak istiyor. Bu yolculukta kuşların başından geçen olaylar anlatılırken her birine ayrı ayrı nasihat veriliyor. Kitabın içerisinde kuşlara dair belli bir karakter inşası da mevcut. Her kuşun, yani her karakterin belirli bir olumsuz yönü ele alınmakta, bu yönlerin kuşların yolculuğuna ne gibi zararlar verebileceği anlatılmakta. Zararın telafisi ise nasihatin tutulmasından geçmektedir. Kuşlara insan vasfı verilerek nasihatte bulunulması dikkat çekicidir. Üstelik hiçbir insanı zan altında bırakmadan bir anlatının kurgulanmış olması takdire şayandır.
Bazı nüshalarında adı Makālāt-ı Ṭuyûr, Makāmāt-ı Ṭuyûr, Ṭuyûrnâme şeklinde geçen, ve nüshalar arasındaki farklılıklar dikkate alındığında 5000 beyti biraz aşan bu eser; otuz bir bölüm (makale) hâlinde, remel bahriyle kaleme alınmıştır. Hamd, tevhid, münâcât, na‘t ve dört halife ile ashabın övgüsüne ayrılan bir girişin ardından mesnevi, hüdhüde merhaba ile başlar ve 583 yılı Receb ayının 20. günü (25 Eylül 1187) tamamlandığı kaydedilen bir hâtime ile sona erer.
Kitabın başında, daha önce de kuşların dili üzerine anlatılar olduğu ve kitaplar kaleme alındığı belirtilir. Her birinin kendine özgü anlatıları mevcuttur. Hazretin sadece nasihat vermek gibi bir eğilimi de yoktur. Düz, kuru bir nasihatten bahsedilmemektedir. Anlatılan menkıbelerle kişi tefekküre sevk edilir.
Not aldığım menkîbelerden biri şu şekildedir:
Feridüddin Attar, çocukluğunda Şadbah kasabasında bir yandan babasının yanında attarlık mesleğini öğreniyor, bir yandan da Kudbuddin Haydar adlı büyük bir zatın sohbetlerine katılıyordu. Babasının vefatından sonra onun yerine geçerek attarlık mesleğini bir süre daha sürdürdü. Ancak attarlıkla uğraşırken, bir taraftan da değerli dini kitapları, velilerin hayatlarını ve menkıbelerini okumayı ihmal etmiyordu.
Bir gün, dükkanının önüne bir derviş gelerek kapıdan içeriye bakmaya başladı. Gözleri dolarak bir ah çekti. Feridüddin Attar ona, "Neden öyle boş boş bakıp duruyorsun? Git işine, senin için hayırlısı budur," dedi. Derviş ise, "Ben yükü hafif bir adamım; dünyada bu hırkadan başka bir şeyim yok. Böyle olunca, bu dünya pazarından çabuk ve kolaylıkla geçip giderim. Ama sen, bu ağır yükleri derleyip toplar, kendi başının çaresine bakarsın," diye cevap verdi.
Feridüddin Attar, "Sen bu dünyada nasıl geçip gidersin?" diye sordu. O zat ise, "Bu hırkayı sırtımdan çıkarır, başımın altına yastık yapar, canımı hakka teslim ederim," dedi. Hemen hırkasını çıkarıp başının altına koyarak, "Allah!" diyerek ruhunu teslim etti.
Bu olay karşısında, Feridüddin Attar’ın evliyaya olan bağlılığı ve dinini öğrenme arzusu dayanılmaz hale geldi. Attarlığı terk ederek, dükkanındaki eşyayı Allah yolunda sadaka olarak dağıttı.
Hazretin tasavvuf yolculuğu işte bu şekilde başlamıştır. Ayrıca yolculuğun hakikati kendi içine yapılan yolculuktur. Burada derviş, hazrete kendi içine doğru yolculuk yapması gerektiğini anlatmıştır. Hazret de buna karşılık vermiştir. Karşılığın delili ise okuduğumuz kitaptır. Bu menkıbe bana bir hadis-i şerifi hatırlattı.
Abdullah ibn Mes'ûd radıyallahu anh şöyle demiştir:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Uykudan uyandığında, hasır vücudunun yan tarafında iz bırakmıştı. Biz:
- Yâ Resûlallah! Sizin için bir döşek edinsek, dedik. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:
“Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim” buyurdular. (Tirmizî, Zühd 44)
Belki de bu eser bu hadis üzerine temel atılarak yazılmıştır. Kitaptaki kuşların seyahatine baktığımızda yol üzerinde pek çok engebeli geçitler var. Bu engeller kimi zaman soyut, kimi zaman somut nitelikte. Bazısı kibri yüzünden yoluna devam edemiyor. Bazısı yolculuk esnasında acıkıyor ve avcıların eline düşüyor. Anlatıdaki somut örnekler dahi soyuta kapı aralıyor. Hikâyelerde yalnızca kuşlar yolculuk etmiyor, biz de içimize doğru bir yolculuğa da çıkıyoruz.
Kuşların bir araya gelip kendilerine padişah seçmek istemeleri bize bir hakikati işaret ediyor. Bütün yolculuklar, ancak yolu yapana tabi olmakla mevziye varabilir. Bu yolculuğun hüneri, yolu yapanda gizlidir. Kuşları padişaha götüren Hüdhüd’dür. Özellikle bu kuşun seçilmesi dahi mesaj yüklüdür. Çünkü bu kuş Kur’ân-ı Kerîm’de geçmekte ve Hazreti Süleyman’a haber getiren kuş olarak zikredilmektedir. Kuşların karakterlerini tahlil eden de yine Hüdhüd’dür. Bu da bize onun düşünen bir kuş olduğunu gösterir. Hüdhüd, olaylara yalnızca akıl üzerine yaklaşmıyor. Kalbimizi sözlerle besleyerek hitap ediyor. Bu da demektir ki, kalp ile akıl paralel yürüdüğünde insan Hüdhüd’e dönüşür. Yolculukta bu ikisinden biri eksikse, seyr ü sülûk da eksik kalır.
Yol üzerindeki engebeler, nefis mertebelerini sembolize eder. Bu zorlukların nasıl aşılabileceği de anlatılmaktadır. Kitabı okurken şunu fark ettim: Biz ne kadar bilirsek bilelim, öğrendiklerimizi uygulamadığımız sürece eksiklikten kurtulamayız. Bu durumda da yolculuğun zorluğundan şikâyet ederiz. Oysa eksik olan taraf, çoğu zaman bizatihi kendimiziz. Şairin söylediği gibi "Bize ağır gelen kendimizdir."
Hazretin üslubu ile Mevlânâ Hazretlerinin üslubu da birbirine çok benziyor. Anlatılan hikâyeler, verilen örnekler bakımından birebir örtüşüyorlar. Cümlelerin kudreti de oldukça yüksek. “Okudum ve bitti,” denilebilecek bir eser değil. Orada anlatılan kuşların olumsuz özellikleri bazen bizim yalnızca bir günümüze denk düşebilir. Örneğin, diyelim ki birinde kibir var. Kibre dair bölümü okuyup nasihat alınabilir. Ancak yarın, aynı kişide kanaatsizlik boy gösterebilir. Bu kez kanaatsizlik bölümüne dönülür. Bu yönüyle kitap, tekrar tekrar okunması gereken bir eserdir.
Bu kitaptan yola çıkarak bir söylemde bulunmak istiyorum: Evet, çok kitap okuyor olabilirim. Fakat bu, nefsimde bir "biliyorum" duygusu uyandırmamalı. Ama “hiç bilmiyorum” hissine de düşmemeliyim. Bu dengeyi nasıl kurmam gerektiğini düşünüyorum. Beni bu düşünceye sevk eden şeylerden biri de İblis’in kendini bilge zannetmesidir. Bu noktada atam olan Hazreti Âdem’e bakmak istiyorum. O, öğrendikleriyle ilgili “biliyorum” demedi. Rabbimin öğrettiği kadar bildiğini ifade etti. Çünkü babama ilmi öğreten Cenab-ı Hakk’tır. Kendisine eşyaların ismini öğreten O'dur. Burada anlıyorum ki detayın sırrı: Kendinden bilmeme. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a “Rabbinin adıyla oku” dendi. Cibrîl aleyhisselâm böyle haber verdi. O hâlde okuma yolculuğumuz dahi bu şuurla olmalıdır, diye düşünüyorum.
Kitapla ilgili okuma yolculuğum buraya kadardı. Umuyorum ki ben de padişahıma vardığımda yüzüm ak, gönlüm pak olur. Allah bizi sevsin ve sevdirsin.
Yorumlar
Yorum Gönder