Tahlile kitabın adıyla başladığımızda “Tüm Yakarışların Kapısında” ismi ile karşılaşıyoruz. Özellikle kitabın isminden başlamak istedim. Çünkü ortada bir yakarmak ve bir de kapı var. Kişi bir kapının önünde yakarış eylemi gerçekleştiriyorsa kendisinin nerede olduğunu biliyor demektir. Yani kendi bilinciyle oradadır anlamını ifade eder. Kendisine başka bir kapının önünde beklemeyi tercih olarak sunmamıştır. Önünde beklediği kapıyı da tanıyor anlamına gelir. Bu yakarışı kapı mı istemiştir, yoksa kişinin kendisi mi, meselemiz burada başlıyor.
Kitabımızın yazarı nerede beklediğini biliyor demiştik. Bir de bu kapının bir usulü olsa gerek. Bu usulü oluşturan yakarmaktır. Yakaran kişi bir şeylerden rahatsızdır. Bu yüzden yakarışlarıyla kapıda beklemektedir. Samimi olarak beklemeyi ifade eden kelime ise “tüm” kelimesidir. Çünkü kapıda bekleyen kişi bütün yakarışları kendi kalbine koyarak bekliyordur. Bu kişi hem kendisi için hem kardeşleri için tüm yakarışları kalbine taşımıştır. Şerhin şerhi yapılır mı bilmem; fakat kitabın kapakta bulunan adına bir kitap yazılabilir.
Kitabımızın bir şerh kitabı olduğunu biliyoruz. Ancak bir şerh kitabından fazla olduğunu da bilmek zorundayız. Niçin böyle iddialı bir cümle kurdum? Çünkü bir nasihat kitabı olarak da ele alınabilir. Bunun durumun şiirin şerhinin yapılmasıyla mı, yoksa yazarımızın kendisi mi böyle istiyor bilmiyoruz. Zannımca ikisi de olabilir.
Madem bir şerh kitabı diyoruz, öncelikle şairimizi ele almamız gerekir. Şairimiz Ahmet Murat Özel’dir. Kendisi Karaman’da doğmuş. Belli yaştan sonra şehir dışında yatılı olarak okumuş. Hatta “Sanatçının Şehri” belgeselinde bavullarının kendi boyuna yakın olduğunu anlatır. Çünkü bütün öğrenim hayatı ilkokuldan itibaren şehir dışında geçmiştir. Şairimiz şehir dışında okuma macerasıyla soyut gurbet duygusunun yanına somut bir gurbet duygusu eklemiştir. Yani gurbetin gurbetini yaşamıştır. Bu yaşayış elbette şiire yansıyacaktır.
Yeşilay Haftası’yla ilgili bir şiir bulunması gerekmiştir. Fakat şairimiz şiir bulamamıştır; bu sebeple kendisi yazmıştır. Ahmet Murat Özel, ilk şiiri Yeşilay Haftası’nda verilen bir ödev neticesinde yazmaya başlamıştır. Ancak ezberlediği ilk şiir farklıdır. Bu şiirin Necip Fazıl Kısakürek’ten “Anneciğim” olduğunu anlatır şairimiz. Ahmet Murat’ın kütüphaneler ile ilgili yorumu da dikkat çekicidir. Kütüphanenin birden oluşmadığını anlatırken zaman içerisinde kütüphane ve sahibi arasında bir yolculuğun olduğunu hatta kütüphanenin kişinin şahsiyetini yansıttığını ima eder.
Şairimizin etkilendiği şairler arasında Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu vardır. Bu kesinliğe nereden varıyorum derseniz, şairimizin belgeselinde izlemiştim. Bu belgeselde Sezai Üstad’dan bahsetmiyor; fakat şiirinin birinde üstadın şiirine vurgu var. Yanılmıyorsam “Hızır’la Kırk Saat” şiirine bir vurgu var. Sezai Karakoç’tan da etkilendiğini buradan anlayabiliyoruz.
Yine belgeselde fark ettiğim ve not aldığım bir yer var. Şairimiz İbrahim Hakkı Konyalı'dan “Karaman Tarihi” okumuş. Okuduğu bu eserde tasavvuf ve Mevlevî kültürüne ait bilgiler de yer bulmuş. Araştırma yaptığımda şu anda şairimizin İbn Haldun Üniversitesi’nde öğretim üyesi olduğunu öğrendim. Aynı zamanda tasavvuf üzerine bir dalı var. Bunları niçin anlatıyorum? Akan bir suda kaynak önemlidir; bu sebeple kaynağa yöneldim.
Kitabımızın yazarı ve şiirinin şerhi yapılan şair tasavvuf merkezinde buluşuyor. Yazarımızın şiiri güzel bir şekilde tahsil ettiğini görüyorum. Özellikle “tahsil” diyorum ki, şerh sanki şiirin kendisi olmuş. Şiirin şerhi, şerhin şiirine dönüşmüş. Kitabı iyi bir şekilde okuyabilmek için öncelikle şiiri kendim şerh etmeye çalıştım. Sonra yazarımızın şerhine başvurdum. Gördüm ki yazarımız donanımlı bir kişi. Hadisler, menkıbeler ve ayetler üzerine şiirin şerhi zenginleştirilmiş; şiirin soyut olan tarafı somut hâle getirilmiş.
Kitabın bir diğer özelliği, tasavvuf üzerine nasihat vermesidir. Bu iddiamı, nereden çıkarıyorum diyebilirsiniz; bu kez şiirin üzerini elimizle kapattığımızda normal bir tasavvuf kitabı okuduğunuzu fark edeceksiniz. Kitabın özellikle menkıbeleri çok hoş. Dayanak noktaları ise yine bir kaynağa bağlı. Konuyla ilgili kimi zaman Mesnevi’den alıntı yapılmış, kimi zaman bir alimin anlattığı anlatı mevcut. Parçalar bir araya gelerek bir bütün oluşturmuş.
Kitabımızın yazarının şiir yazabileceğini fark ettim. Bu düşünceye nereden vardım? Sokrates’in savunmasında okumuştum: Bazen şairlerin söylemek istediklerinden daha fazlasını anlatır okuyanlar. Şair ilhamla yazmıştır bunu; ancak okuyan kişi tefekkürle açıklamaktadır. Tefekkürün kendisi fazla bir anlamın dostudur. Bu sebeple ilhamla yazılan ve tefekkür edilen arasında fark oluşabilir. Burada maksadım, şairimizi yermek değil, haşa; şerh yapan kişinin şair ile aynı kaynakta ve aynı konumda olduğunu hemen hemen işaret ediyor. Çünkü aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.
Kitabın dili akıcı ve gayet sadeydi. Söylenmek istenen net bir şekilde ifade ediliyordu. Kitabımızı ister şiir olarak, ister şerh olarak, ister tasavvuf kitabı olarak okumak mümkün. Bu kadar zenginliği tek bir yelpazede toplaması ayrıca ilginç. Yanılmıyorsam, Cumhuriyet döneminde yaşamış bir şaire yazılan ilk şerh kitabı; bu geleneği canlandırmak adına da ayrı bir ilki taşıyor kitap.
Kitabın tekrar kapağına döndüğümde bir kapının önünde bekleyen adam var. “Dünyaya gelmek mi kusur, yaşamak mı kusur” cümlesini hatırlattı bu resim. Fakat bizim Müslümanlar olarak cevabımız belli: Biz dünyaya günahkar gelmiyoruz; günah ile başlamıyoruz. Bu sebeple yaşamın içinde bir kusur var. Bu kusur bize ait. Çünkü ihtiraslarımızla, isteklerimizle adını ne koyarsak koyalım, duygularımızla varız. Bu da bir kusur ortaya çıkarıyor. Peki, kusurlu olmak iyi mi, kötü mü? Kusurunu kusursuzluk saymak kötüdür; kusuruna kibir eklemek kötüdür. Kusuruna "ama" ya da "fakat" eklemek kötüdür. Tüm yakarışlarla birlikte kapıda beklemek telafi etmek anlamına gelir.
Kitabımızda mana çoktu. Fakat her zaman söylediğim gibi aklımızın takati kadar anlayabiliriz yazılanları. Sonuçta akıl ölçülebilir bir kavram. Bunu nereden anlıyorum? Dünya üzerinde IQ diye bir ölçüm hesaplaması yapılıyor. Yani şuraya varmak istiyorum: Ben aklım kadar anlayabildim kitabı. Üzerine tefekkür edildiğinde daha büyük anlamlar çıkması da muhtemel. Zaten anlamı aramak bir marifettir. Kesinlik bize bir gaflet kapısı aralar. Bu sebeple biz tüm yakarışlarımızla beraber kapıda, eşikte durmak zorundayız. Başımız eşikten vazgeçmemeli. Eskiler “eşiğe basma” derlerdi, çünkü bizim için eşik kutsaldır; vazgeçmemenin diğer adıdır. Kendimizi avutmanın umudu yakan meşalesidir.
Sözlerime son vermeden evvel, kitap modern hayata da dokunuyor. Anlam arayanlara, çare arayanlara yol gösteriyor. Bir cümle ile hayatımızı yeniden imar edebileceğimiz anlatım mevcut. Kitabın özellikle bittiği sayfada kaldığımı söyleyebilirim. Orada bulunan bütün dualara amin diyorum. Şunu da eklemeden edemiyorum: Dünyada yolculuk yapan yalnızca şairimiz ve şerh eden yazarımız değil. Şayet gözümün yolları bu kitapla kesişti ve muhabbet duydumsa ben de aynı yoldayım demektir. Hepimizin dini, dostunun dini üzeredir.
“Ve mâ ūberriu nefsî, inne nefsü le-emmāretün bi’s-sûi illâ mâ rahime rabbī; inne rabbī gafûrun rahîm.”
Yine de ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, Rabbimin acıyıp koruması dışında daima kötülüğü emreder; şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
Yusuf, 53
Yorumlar
Yorum Gönder