Filiz Tîn

     “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” 95/4

    Dünya hayatına doğan bütün çocuklar kusursuz yaratılmıştır. Bu kusursuzluk bedenen bir görüntüden ziyade fıtrî olarak belirlenmiştir. Doğuştan itibaren fıtrat özelliklerine bakıldığında her insanın kendine ait özellikleri vardır. Bu özellikler; kimsenin kimseye benzememesi, farklı güzelliklerin yeryüzüne yayılması çeşitlilik açısından önemlidir. Toplulukların güzellik sıfatı çatısı altında birbirleriyle yarışı için özellikle tanınmış bir imkândır.

    Yüce Allah, insanı en güzel şekilde yaratsa da kişiler belli bir yaş dilimine eriştikten sonra birçok etkene maruz kalarak mükemmeliyetini zedeler. Zaman içerisinde, bulunduğu toplumun aynası haline gelir. Toplumda hangi hastalıklar yer alıyorsa kişiye bulaşması kaçınılmaz bir hâl alır. Genellikle bir topluluğa dahil olan kişi, o topluluğun ortalamasıdır. Merhametin zalimliğe dönüştüğü insanlar kümesinde, zalimliği en şiddetli şekliyle icrâ eden kişi yahut topluluklar bulunduğu millet içerisinde takdir görür.

    Tarih kitapları; Firavun, Nemrut, Dermesil gibi zalimlerle doludur. Olaylar, şimdiki zamanda yaşanmış; gelecek zamanda tescil edilmiş ve geçmiş zamanın raflarında zalimler tarihine uğurlanmıştır. Bugün geriye dönüp baktığımızda yaşanan bütün soykırımlarda olay akışı böyle gelişmiştir.

    Firavun birgün bir rüya gördü: Beyt’ül - Makdis'ten gelen bir ateşin firavun taraftarlarının evini yakıyordu. Bunun üzerine rüyasını anlattığı kahinler, bir çocuğun doğacağını ve saltanatını yıkacağını söylediler. Ülkesinin her yanına haber gönderen Firavun, doğan erkek çocuklarının öldürülmesini emretti. Emri yerine getirilirken zalimlik, başlarına yeni bir çıkardı. Katledilen bebekler sebebiyle yerli halk, ağır işlerin kendilerine kalacağını söyleyerek firavunu ziyaret ettiler. Alınan yeni vahşi karara göre, “Bir yıl öldür, bir yıl öldürme. O ölmeyenler de büyür ve kölemiz olur,” dediler.

    Hârûn aleyhisselam erkek çocukların öldürülmediği yıl dünyaya geldi. Mûsâ aleyhisselama ise annesi, erkek çocukların öldürülmesi emri verildiği yıl hamileydi. Annesi doğum yaklaşınca tasalandı. Yüce Allah, “Onu emzir! Onun hakkında sana bir tehlike gelirse, kendisini Nil'e bırak! Onun boğulacağından korkma, kederlenme. Çünkü biz, onu sana geri döndüreceğiz. Hem onu peygamberlerden biri yapacağız!” diye vahyetti.

    Günü gelince annesi, Mûsâ aleyhisselamı doğurdu ve emzirdi. Tehlike yaklaşınca marangoza yaptırdığı tabut içerisine  yerleştirerek Nil Nehri’ne bıraktı. Mûsâ aleyhisselamın akıntıdaki takibi için kız kardeşini görevlendirdi. Akıntıya kapılan tabut Firavun’un sarayına yakın yerde ormanlığa saplandı. Mûsâ aleyhisselamın adı da buradan gelmektedir. Kıptîce: “Mu: su”, “Sa: ağaç” demektir. O sırada firavunun eşi Âsiye Hatun nehirde yıkanıyordu. Cariyeler tabutu getirip önüne bıraktı ve içinden bir bebek çıkınca Âsiye Hatun şefkat ve sevgi duygularıyla bebeği Firavun’a haber etti. Firavun her ne kadar öldürmek istese de, Âsiye Hatun onu bu düşünceden vazgeçirdi. Akabinde süt annesi aramaya başlanmasıyla Mûsâ aleyhisselamın öz annesi, süt anneliği görevine getirildi ve böylece dışarıda yetişeceğinden korkulan çocuk bizzat sarayda Firavun'un kendisi tarafından yetiştirildi.

    O dönemi ele aldığımızda vahşetin büyüklüğüne karşı, bir mucize galip gelip Nuh aleyhisselamın gemisi gibi inananları tufandan çıkarmıştır. Umudun son zerresinde mucize ortaya çıkar. Filistin’de yaşanan bu soykırım bütün mü’minlerin kanayan yarasıdır. Ancak bu yara, bizi umutsuzluğa düşürmek yerine ruhumuza; bir diriliş sûru üflemiştir. Kıyametten sonra tekrar diriliş olduğu gibi bugün de inananlar ve inanmayanlar yâni diri olanlar ile olmayanlar arasına güçlü ve keskin bir şerit çekilmiştir.

    Yaşananlar artık bölgesel değil inananların sayısı ve niteliği için belirlenecek çetin bir sınav haline gelmiştir. Bu aynaya bakmaktan utanan, çare aramaktan bin parçaya bölünmüş gönüllerin sınavıdır. Sınavdan diri çıkanlar, üzerine düşen bütün görevi yerine getiren, unutmadan unutturmadan bir saat gibi bileğinde inananların sorununu ve sorumluluğunu taşıyanlar olacaktır.

    Sorunu tanımak ve tanımlamak sorumluluk bilinci oluşturur. Bu bilinci küçümsemek, önem oluşturmadığını ifade etmek kişilerin varlığını yok saymaktır. Nasıl bugün fertler aileyi, aile toplumu ve toplumlar devleti oluşturuyorsa toplumun yapı taşı olan ferdi görmezden gelmek önce kişinin kendi varlığına olan inancı olmadığını gösterir. Bu sebeple bir fert bir dirilişin sembolüdür. O, duruşuyla ve durduğu yer itibariyle bütün zalimlere savaş açmış kişidir. O, kendi gönlünü hassas insanlık terazisine çıkarmış ve yapılması gerekeni vazifesi olarak bilmiştir. Günün adamı olmayı reddetmiş, hiçbir putun önünde eğilmeyen hakikat adamı haline dönüşmüştür.

    Üstâd Aliya der ki, “Allah'ın iradesine teslimiyet, insan iradesine teslim olmamak demektir.”

    Kendi iradesini Firavun gibi ilah edinenlerle, iradesini ancak Allah’a teslim edenlerin ayrımıdır artık bu soykırım. Afganistan, Irak, Bosna Hersek, Suriye, Doğu Türkistan, Filistin hangi yöne başımızı çevirsek kan, gözyaşı ve tek göreceğimiz soykırım haline gelmiştir. Bu olaylar hiçbir zaman savaş olarak anlatılmamalıdır. Çünkü savaşın, savaş olarak adlandırılması için denk ülkeler arasında olması gerekir. Bir tarafın yiyecek ekmeği olmadığı halde diğer taraf tank yahut uçak kullanıyorsa burada denklik söz konusu değildir. Ayrıca olan ve olacak bütün savaşların bir ahlâkı olması gerekirken burada ahlâktan söz edilmesi mümkün değildir. Samimiyet açısından değerlendirdiğimizde Ukrayna’da öldürülen sivillere ses çıkaran bütün ülkelerin bu coğrafyalar hakkında sessiz kaldığını görüyoruz. Burada dökülen kan ve gözyaşı yahudilere ait olsaydı lügata, “holokost” gibi yeni bir kelime dahil eklenirdi. Yâhut İslâm dışında herhangi bir dine mensup olsaydı ölenler, bütün insanlık ayağa kalkardı.

    Bugün yaşanan bu soykırım, zalimin ve mazlumun tarafında duranları beyan ediyor. Sessizliğin tüm dünyada ve çevremizde ilk defa bu denli keskin bir ayrım yaptığını görüyorum. Herkes kendi sınavını veriyor ancak kardeşinin sınavını da kendisine katan kişiye “mü’min” deniyor. Taraflardan daha somut ve keskin çizgi artık “mü’min” sıfatıyla şekilleniyor. Tıpkı süt ve kanın birbirlerine karışmadan ayrıldığı gibi ak ve kara bugün belli oluyor.

    İnsanlık, yeni kurulacak olan düzende görünmez bir denge tartısına çıktı. Bu tartıda alınlarından, diz kapaklarından ve eylemlerinden ay gibi ortadan ayrılacak ve tanınacak bütün mü’minler. Nebi Mûsâ aleyhisselamın saray yolculuğu yaptığı nehirlerde yeniden açacak “Filiz”. Yemin edilen “Tîn”, zeytin, Sinâ Dağı ve güvenli şehir (Mekke); şahit olacak o en güzel biçimde yaratılan mü’minlere. İnsan, insandan ayrılacak o gün hayvandan aşağı olanlar imrenecekler bir kelebeğe. Önceden gelmiş ilâhî bir rüzgâr, ikâzı tekrar tekrar hatırlanacak o gün: 

    “Ey insan! Böyle iken, hangi şey sana hesap ve cezayı yalanlatıyor?” 95/7
Andolsun Filiz'e ve Tîn'e, hürriyet Filistin'e!

    Kaynakça

  1. Kur’an-ı Kerim - Diyanet Meal
  2. Peygamber Tarihi - Asım Cüneyd Köksal
  3. Doğu Batı Arasında İslâm - Aliya İzzetbegoviç
  4. yseninle.blogspot.com/2023/12/filiz-tin.html
  5. [ Görsel: @sally_samir_ (instagram) ]

Yorumlar