Dünya gözüyle görmek diye bir deyim vardır. Bu deyime göre göz; dünyaya aittir. Çünkü dünya gözle görülebilir bir yerdir. Burada her isteğin bir şekli vardır. Göz, görev icabı gereği bu suretlerin avcısıdır. Beğendiği her ne ise kendine devşirme arzusundadır.
Şairlerin bazıları gözün dünyaya ait olduğunun farkındadır. Misal, İsmet Özel bir şiirinde şöyle söyler:
“Seni dünya gözüyle bir daha görmek!
Bunu da nereden çıkardın?
İçimde boşuna arama, bulamazsın böyle bir isteğin kırıntısını
Bilmez idiyse öğren, duymadıysa iyi açılsın kulağın
Dünyadaki gözüme çarpmadın sen şimdiye dek”
Göz yalnızca dünyaya görür. Görüntüleri kendine görev edinmiştir. Bu görüntülerin düzeni ise güçlülerin kurduğu sisteme dayanır. Göz dünyada hâkimiyet ister. Oysa şiirin son dizesi bize ipucu verir: Dünyadaki göze çarpmamak, dünyada bulunmayan bir göze çarpmaktır. Eğer bir şey göze çarpmıyorsa, kalbe çarpıyordur. Dünya, kalp ile göz arasında bir denge mekânı olmalıdır.
Gözün, dünyaya hamallık yapması kalbi yormak anlamına gelir. Çünkü kalbin bir sınırı yoktur. Henüz talan edilmek için imar geçmemiştir. Ancak görüntüleri yorumlayan gözün imarı bellidir. Gözün sınırı vardır; kalbinse yoktur. İnsan gözle yaşamaya başlayınca, kalbine duvar örer. Ve kalp, duvarın ağırlığından yorulur.
Gözü bir fotoğraf makinesi olarak düşündüğümüzde yaklaşık 576 megapikseldir. Bir varlığı gördüğümüzde onun biçimini, rengini, ne olduğunu görürüz. Görüntüler bilgi verir, ancak bu görüntünün ne anlama geldiğini vermez. Ayrıca gördüklerimiz perspektife göre de değişkenlik gösterir. Salt görmek, başlı başına dünyanın altında kalmaktır. Bir fotoğraf karesinde herkes mutludur. Esas gerçek deklanşörden sonrasıdır. Çünkü fotoğraf karesi çekilirken ışığın açısı bile ayarlanmıştır.
‘Gözü neden fotoğraf makinesi olarak ele aldık?’ diyebilirsiniz. Oysa gözü bir video kayıt cihazı olarak düşündüğümüzde, saniyede 60 kare (fps) ekrana aktarır. Ama bu verilerle bile olayların ardındaki hikmete ulaşamayız. Video kaydı yapılırken, kişiler kendilerini izleyenlere uygun biçimde hareket eder. Hemen her düğünde kamera kendisine döndüğünde, kişi elindekini bırakır; artık kendi isteğiyle değil, izleyenlerin görmek istediği şekilde davranır. Görüntü, kendi varlığı kadardır bu felekte. Görüntüleri anlamaya çalışan insan ise kendi idraki kadardır. Bu yüzden şimdi biri çıkıp dese ki:
İngilizlerin ilginç bir atasözü vardır: “Seeing is believing”, “Görmek inanmaktır.” Derler. Göze gerektiğinden fazla anlam yüklemek, anlamsız kalmak anlamına gelir. Bu, sürahinin bardağa boyun eğmesi gibi bir durumdur. Biraz daha açık konuşursak, bir mum ışığında parmaklarla duvara geyik resmedilebilir. Peki, ışık gelince bizim gerçeğimiz ne olacak?
İngiliz mantığına göre yalnızca gördüğüne inanan kişi renkli bir bardağa doldurulmuş suyun renkli olduğuna da inanabilir. Ağaç gölgesinde kişinin gölgesini göremediği için onu yok da sayabilir. Fakat gerçek şu ki: Göz; kapalı olan nesnelerin içini bile göremez. Bir çiçeğin; suni mi, gerçek mi olduğunu ayırt edemez. Gözün kendisiyle görmek aldatıcıdır. Tıpkı aldanma kelimesinin kökünde bulunan “al” gibi: Hem hile hem kırmızı demektir. Dünya kanılabilir bir renktedir.
Görmek için bir diğer ölçü de Kur’an-ı Kerim’de belirlenmiştir. Bakara Suresi 3. Ayet’te:
“Ellezîne yu’minûne bil gaybi ve yukîmûnes salâte ve mimmâ razaknâhum yunfikûn” İlahi buyruk yer alır:
“Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar.”
Gayba inanmak, bir kapının arkasındakini beklemek gibidir. Kişinin şu anki halinden daha fazlasını hayal etme imkânı sağlar. Örneğin, hasta bir kişi sağlığına kavuştuğunu düşleyebilir. Ancak hayata gözüyle baktığında geleceği göremez. Onun için gelecek şimdiki zamandır. Kederi, yaşadığı acıları ve vücudunun ağrılarıdır. Uzaklar en fazla burnunun ucundadır. Hakikati anlamak için belki de bu yüzden önce kalbin değirmeninden geçmek gerekir.
Şair ve filozof Hin Avibi’nin gözle ilgili dikkat çekici tefekkürleri vardır:
“Görmenin önündeki en büyük engel gözdür. Bir şeye bakarken tüm kainatı ıskalarsınız.” Der. Görüntülerin bizi oyaladığını savunur. Bir çocuğun elindeki şekeri alabilmek için kuş ile kandırılabileceğini söyler. Yani göz, ellerini neye uzatsa aldanır. Aldanmak çok renkli bir kanmak eylemidir.
Şairimizin diğer söylemi daha ilginçtir: Mağaralarda inzivaya çekilen insanların amacının dünyaya gözünü kapatmak olduğunu anlatır. Çünkü insanoğlu en çok gözüne itimat eder. Bu da elindeki şekerden olmasına sebep olur.
Göz, başın hareket etmesiyle perspektifini değiştirir. Kişinin arkasında olan olayları görebilmesi için yönünü dönmesi gerekir. Yönünü dönmek yine de yetmez. Çünkü göz, kişiye kendini göstermediği gibi olayların da iç yüzünü göstermez. Meselelerin içini ancak kalpler ve zaman bilir. Kalbin bilmesini sağlayan niyetin orada bulunmasıdır.
Gözleri gören ve görmeyen iki kişiyi düşünelim. A noktasından B noktasına yolculuğa çıksınlar. Sokaktaki adım atışları bile farklıdır. Çünkü gören bir kişi tabelalara ya da vitrinlere, yani yan yollara aldanabilir. Ancak görmeyen kişide tedirginlik söz konusudur. Yolun üzerinde herhangi bir taşın kendine zarar verme ihtimali üzerinde durmak zorundadır. Yan yollardaki sesler onun adım sesine karışmaz. Yalnızca kendisi ve yürüdüğü yol vardır. Gözüne, dünya kaçmak görenlerin işidir. Görmeyenler dünyadan kaçar.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurur:
“İnsanoğlunun bir vâdi dolusu altını olsa, bir vâdi daha ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz…” (Buhârî, Rikāk, 10; Müslim, Zekât, 116-119)
Hadiste belirtildiği gibi göz, toprağa doyduğunda ancak doymuş kabul edilir. Yani kendisi dünyada bırakıldığında ve karanlığa hapsedildiğinde midesi doyuyor. Fakat görmeye devam ettiğinde hep daha fazlasını ister. İnsanı köleleştiren, istemektir. Gördüğünü istemek, insanın tabiatında vardır. Ancak görüntüleri kıymetli kılan, güneşin doğmasıdır. Işığın olduğu yerde görüntüler anlam ifade eder.
Bana, “Gözümüzü mü kapatalım?” demek istiyorsun diyebilirsiniz. Elbette bunu söylemiyorum. Bütün mesele şudur: İnsan, gittiği yerin kendisidir. Gördüklerimiz bizi nereye götürüyor? Kalbimizin eşiğinden içeriye kimler bakıyor? İçerdekiler katıksız bir görüntüler eseri mi? Bu sorular kalbimi, kıtalar arası göçmek zorunda kalmış ve pusulası gözü olan bir kuşkanadı gibi yoruyor. Gözlerim görünce gönlüm katlanamıyor.
Yorumlar
Yorum Gönder