Kitabın yazarı Byung-Chul Han, Güney Kore'nin Seul kentinde doğmuştur. Kore'de metal bölümü üzerine üniversite eğitimi aldıktan sonra Almanya'ya gitmiş; Freiburg ve Münih üniversitelerinde felsefe, Alman edebiyatı ve Katolik teolojisi eğitimi görmüştür. 2012 yılından itibaren Berlin Sanat Üniversitesi’nde felsefe ve kültür eleştirisi alanlarında dersler vermeye başlamış, hâlen Berlin'de yaşamaktadır.
Yazar hakkında bilgi vermemin sebebi, kitabının içeriği ile yaşadığı toplum arasında bir bağ kurmak istememdir. Çünkü kendisi, teknolojinin merkezinde yer alan bir ülkede doğmuş ve büyümüştür. Bana öyle geliyor ki kitapta yaptığı tespitlerde, bizzat yaşadığı ve gözlemlediği tecrübeleri bizlerle paylaşmaktadır. Tecrübe ise pratik bir bilgidir ve pratik bilgi, çoğu zaman teorik bilgiden daha güçlüdür.
Kitapta yer alan toplum, algı ve iletişim temaları, insanı yeniden düşünmeye sevk ediyor. Hatta çoğu zaman, “Ben de böyle düşünmüştüm,” diyerek yazarla bir yakınlık kuruyorsunuz. Kitabın adı olan Ötekini Kovmak ise daha ilk anda, hayatımızda ve toplumda “öteki”nin ne denli önemli bir yeri olduğunu hatırlatıyor. Deyim yerindeyse, dünya artık bir köy değil, bir fabrikaya dönüşüyor. Her kişi kendi üretiminin hem işçisi hem de denetleyicisi.
Fabrika Bandından İnen İnsan
Küreselleşme kelimesini sık sık duyarız; ancak çoğu zaman, bu kelimenin ne anlama geldiğini sorgulamayız. Çünkü kendimize ve düşüncelerimize ayıracak vaktimiz yoktur. Peki, bu vakti elimizden alan kimdir? Asıl sorun işte burada başlar.
Günümüzde algı ve iletişim, insanı tek tipleştirmeye, birbirine benzetmeye çalışmaktadır. “Dijital ortam” dediğimiz bu soyut mekânlar, görünmez bir düzenle algoritmalarla yönetilmektedir. Algoritmalar ise belirli anlamlar üzerinden kodlanır; bu kodlar numaralardan oluşur ve bu numaralar kıyas üzerine çalışır. Çünkü birbirleriyle yarışmayan kişiler, birbirine benzeyemez. Bu yüzden herkes yarışa zorlanır. Yarışın ve kıyasın hüküm sürdüğü yerde ise tüketim artar. Tüketim arttıkça, bundan kazanç sağlayanlar, algoritmaların içindeki “anlamsız anlamı” da inşa eder. Yani sistemin merkezinde, kimin işine yarıyorsa, işte o kişiler anlamı programlar.
Tüketimin var olabilmesi için, kişinin iradesinin devre dışı bırakılması gerekir. Bunu sağlamak için ise “görmek” eylemi, başka bir noktaya yönlendirilir. Bu yeni odak noktası da ekranlardır. Uzun süre ekranlarda istediğini gören kişi, zamanla duyarsızlaşır; algıları körelir, iradesi zayıflar. Böylece algı, artık onu kurgulayanların yönetimi altına girer. Tıpkı bir çocuğun, “havaya bak” denilerek kandırılması gibi… Çünkü o anda dikkat başka yerdedir.
Algısı elinden alınan kişi ya da toplum, neden-sonuç ilişkisini sorgulamaz. Ona ne gösterilirse, onu gerçek sanır. Sorgusuz sualsiz, “Bu böyledir,” der. Oysa neden-sonuç düşüncesiyle meseleye yaklaşıldığında, görünmeyen perdeler aralanır. Ve hiç olmadığı kadar güçlü bir ses yükselir: “Bu böyle değildir.”
Küresel Bayatlık
Birbirini kıyaslayan kişiler, zamanla birbirine benzemeye başlar. Çünkü her biri, olmak istediği kişinin dışındaki tüm perspektifleri yok sayar. Bu da sonunda “öteki” dediğimiz kişinin ortadan kalkmasına yol açar.
Bayatlamak, görsel bir eylemdir; fiziksel olarak kendini ele verir. Küflenmiş bir ekmeğin yüzeyinde, zamanın izleri açıkça görünür. Tıpkı birbirine benzeyen toplumlar gibi... Onlar da aynı küfün altında buluşur. Yazar bu durumu “terörizm” olarak adlandırıyor. Ben ise bayatlamak diyorum.
Aynılaşan kişiler, diğer toplumlardan farklı olan özelliklerini bir kenara bırakır. Bu özgünlükler ortadan kalktığında ise, bayatlamış, küresel bir toplum doğar. Bu yalnızca fiziksel bir erime değil; manevi zenginliğin de yitip gitmesidir. Yani dünya, sessizce fakirleşmektedir.
Günümüzde insanlar, kendi acılarından kaçar hâle gelmiştir. Onlarla yüzleşmek yerine, görmezden gelmeyi tercih ederler. Oysa tarih, “Acıların öğretileri yüksektir,” diyen bilge seslerle doludur. Bu nasihatlere kulak asmamak, zamansal bir kopukluğa yol açar. Tecrübelilerden faydalanmayan bir nesil, acıyı bizzat yaşamak zorunda kalır; bu da kaçınılmaz bir zaman kaybıdır. Böylelikle toplum ilerleyemez ve hatta kendi genetik kodlarını unutur.
Mahrem Taşlayan iletişim
Yazar dijital iletişimin güçlenmesiyle kişilerin mahreminin görmezden gelindiğini de anlatıyor. Artık kimse kimseyi özlemiyor diyor. Bu duygu birikimi bir günde olmadı. Dijital mecralarda birlikte kişiler kendi vitrinlerini icra ettiler, kendi postlarını serdiler. Özel günlerde yapılan paylaşımlar bunun delilidir. Bu paylaşım yapılmadığında kişiler kendini eksik hissetmektedir, çünkü kendisine bir ego atamıştır. Bu ego pekiştikçe narsisist bir yapıya dönüşmüştür. Bu düşünce yapısıyla "bana daha çok vakit ayırmalısın" fikri gelişmiştir.
İnsanoğlunun en mühim zenginliği zamandır. Birbirinin egosunu tatmin etmek için iletişimin boca edilerek zaman israfı yapmak tam da kurguya oturan bir stratejidir. Kişiler birbiriyle uğraşırken diğer somut dünyada neler olup bitmektedir?
Göçerim, Geçemezsin
Küresel ego gelişirken sosyoloji de değişmektedir. Örneğin, somut dünyada göçmenler vardır; savaşlar, soykırımlar gibi nedenlerle göç etmek zorunda kalırlar. Genellikle göç mecburiyetinde kalanlar doğudadır; mecburiyet dışında kalanlar ise mecbur bırakanlardır.
Bugün batıda bulunan herhangi bir kişi, doğudan göçmen gelmesini istemiyor; fakat turist olarak göçmenlerin ülkelerini gezmek istiyor. Misal, doğudan herhangi bir ırkın ülkesine gelmesini istemeyen biri, doğuda bulunan ülkelerin güzelliklerinden faydalanmak istiyor. “Ben göçerim, sen geçemezsin” diyor. Bu söylem, göçmen sevmeyenlerin aslında kendi konforlarının bozulmasından korktuğunu gösterir. Çünkü herkes eşit şartlarda yaşarsa, kim kimi sömürmek zorunda kalacak?
Eşik ve Ölüm
Yazar, bazı filozoflardan yola çıkarak, yaşayan herkes ölümü tanıdığında varoluşunu tamamlayabileceği düşüncesini öne sürer. Günümüzde sağlık sektörü de tüketimin egemenliğindedir. Ölmek üzere olan hastayı yaşatmak için her şey yapılır; kişinin acı çekmesi ise önemsenmez. Oysa hastayı gerçekten kurtaracak hiçbir işlem bulunmamaktadır. Böylece ortaya, gerçek bir kabulleniş biçimi çıkmaz.
Herkes ölümsüz olmalıdır; çünkü uzun yaşayan toplumlar, tüketimin uzun süreceği anlamına gelir. Kişilerin sürekli hasta olması, sağlıklı ya da ölümlü olmalarından daha iyidir; böylelikle istemeden tüketim zincirine dahil olurlar. Elbette, bu düşüncelere dair istisnalar da mevcuttur.
Panoptikon Sömürgecilik
Kitapta ilginç bir benzetme yer alıyor: Bir hapishaneden söz edilir; bu hapishane, gözlem kulelerinden oluşur. Mahkumlar, baktıklarında tüm gözlem kulelerini görebilirler; ancak kulelerin içindeki kişiler asla görünmez. Kuleler ise, içlerinde kişi olsun ya da olmasın, tüm mahkumların görüntüsüne hâkimdir.
Dijital Panaptikon’un sakinleri, kendilerini izleniyormuş, yani gözetleniyormuş gibi hissetmezler. Böylece kendilerini özgür hisseder ve gönüllü olarak kendilerini ifşa ederler. Dijital Panaptikon özgürlüğü kısıtlamaz, onu sömürür. Çünkü bütün gözler paylaşım yapan kişinin görüntüsü üzerinde tüketim gerçekleştirir.
Dijital Fakirlik
Dijital toplumun henüz gelişmediği zamanlarda, insanlar ses ve görüntüler üzerinden iletişim kuruyordu. Bu iletişim, gerçek hayatın merkezinde, aynı zaman ve mekânda toplanıyordu. Yüz yüze gerçekleştirilen bu buluşmalarda kişiler, bizzat kendileriyle bağ kuruyordu.
Günümüz toplumunda ise durum tamamen farklı. Bizimle iletişim kurduğunu sandığımız kişi, başka biri olarak karşımıza çıkabiliyor. Üstelik bu iletişimde yüz ifadesi, beden dili ya da ses görünmüyor. Ayrıca, tüm mesajlarda kullanılan yazı fontları da aynı. Bu durum, genetik olarak farklı yaratılmış olmamıza rağmen, aynılaştırmanın ve tek tipliğin dayatıldığı bir toplumun örneğini sunuyor.
Edebiyat ve Başkaldırı
"Fransız yazar Michel Butor, edebiyatta güncel bir kriz olduğunu belirtir ve bunu ruhsal bir kriz olarak anlar: “On ya da yirmi yıldır edebiyatta neredeyse hiçbir şey olmuyor. Bir yayın seli mevcut olsa da ruhani bir durgunluk söz konusu. Nedeni iletişimdeki bir krizdir. Yeni iletişim araçları hayrete mucip olsalar da muazzam bir gürültüye neden oluyorlar.” Ötekinin zayıf sesi, şimdi aynının gürültüsünde kaybolmaktadır. Nihayetinde edebiyatın krizi, ötekinin kovulmasından kaynaklanmaktadır."
Dünyaya alışan bir kişinin edebiyat gibi bir derdi olmaz. Çünkü edebiyatı besleyen, dünyaya alışamamaktır. Bunun yanı sıra, zamanı hızlı yaşamak da etkendir; çünkü hızlı yaşamamız istenmektedir. Hızlı yaşamak, hızlı giden bir tren gibidir. Camdan geçen görüntüleri görürsün ama anlayamazsın, anlamlandıramazsın. Çünkü anlamlandırmak, bakmak ister. Bakmaksa dikkat gerektirir.
“Bak, orada ne var,” diyenler dikkatimizi elimizden almıştır. Dikkatle ortaya çıkmış bir örnek cümle yazayım: Harman zamanı gurbete çıkan bir babanın, geride bıraktığı hasreti çamaşır sepetindeki yokluğu bilir.
İçerde Tart, Dışarı At
Kişiler ve toplumlar yeniden eskiye dönebilir. Burada eski derken, güçlü bir iletişime ve hayatı dolu dolu yaşama duygusuna atıfta bulunuyorum. Peki, bu nasıl mümkün olur? Dışarı açılarak ve iyilik yaparak. Karşılıksız iyilik yapmak, ruhu besler. Bunu ben söylemiyorum; tüm psikologlar ve psikiyatristler söylüyor. Çünkü kişi, kendi içine gömüldüğünde, kendini bir kabre atılmış gibi hisseder. İçinde hiçbir canlılık emaresi gösterilmez. Oysa dışarıda bir kediye su vermek bile insana iyi gelir.
Bu yüzden, içeride yaptığımız eylemlerin hangisinin daha değerli olduğunu tartışmalı, bir teraziye koymalıyız. Ve sonunda, hiçbir gerekçe ya da karşılık beklemeden dışarıya iyilik yapmak zorundayız. Çünkü bu, bizi aslımıza döndürecek tek eylemdir.
Yıkılması Gereken Put: Ego
"Ego dinlemeyi başaramaz."
Kişiler kendine anlam atfettiğinde, boşluğa düşer. Çünkü altı boş olan bu anlam, bir de ilgi ister. Birbirini görmeyen ve işitmeyen toplumda, ilgi boşta kalır. Böylece, ortada egosu yüksek kişilerle birbirine âmâ insanlar topluluğu oluşur. Kimse birbirini göremez; yaşamak ağır gelir.
Bugün yapılması gereken işlerden biri de egoyu yıkmaktır. Egonun yıkılması demek, gözlerden perdenin kalkmasıdır. Perde açıldığında, dışarısı daha net görünmeye başlar.
Umarım bir gün, dışarıdaki ağacın gölgesinin bize ayrıldığını anlayabiliriz.
Kitabın tahlilini yaparken uyandırdığı düşünceleri kendi bakış açımla harmanlama imkânı buldum. Okurken, düşüncelere katıldığım yerler çoğunluktaydı; ancak kavramların derinliği ve anlatımın yoğunluğu okuma sürecini kolaylaştırmadı. Yine de böyle zorlu metinler, zihni zorlayıp ruhu besleyen nadide kaynaklardır.
Sonuçta, her kitap bir kapıdır; kimi zaman açılır, kimi zaman kapalı kalır. Önemli olan o kapıya cesaretle yaklaşmak ve içeri girmek için çaba göstermektir. Bu kitap da bana, düşünmenin ne denli hayatî olduğunu bir kez daha hatırlattı.
Rabbim bizim çalışma piremizi deve etsin.
Kusur bizden, güzellik Allah’tandır.
Yorumlar
Yorum Gönder