Evrende bulunan bütün varlıkların ritmi vardır. Bulutun ritmi gök gürültüsüdür. Serçenin ritmi ötüşüdür. Yağmurun ritmi, sese değil de daha çok kokusuna sinmiştir. Çünkü onun sesi dokunduğu yerin maddesine karışır. Kiremite dokunduğunda tıkırdar, yapraklara düştüğünde hışırdar, sert zeminde şakırdar. Bu durum, yağmurun ritmi yoktur anlamına gelmez. Çünkü o yağmadan diğerlerinin sesi duyulmaz. Diğerlerinin sesini duyuran yağmurdur.
Bu aslında bize etken ve edilgen kelimelerinin anlamını da ortaya çıkarır. Çünkü ritim, bazen özneyi açık eder; bazen de sadece onun etkisini işaret eder.
Güneşin ritmini kimse duymaz. Güneş doğmaya başladığında işittiğimiz sesler, seslerin edilgen bir tarafının olduğunu gösterir. Onun kendi sesi yoktur; etkilediği sesler vardır. Bütün sesler, onun aydınlattığı ışıkla beraber başlar. Sessizliğin ritminde bir mistik taraf olduğunu böylece anlarız. Aslında güneş, sesleri sessizce kendi kudretine ayarlamıştır.
Tabiatta bazı sesler müstakildir; sahibini hemen belli eder. Bazılarıysa başka seslerle birleşince ortaya çıkar. Denizin sesi, dalga, rüzgâr ve sahille bir araya geldiğinde belirginleşir. İnsanın ve bazı hayvanların sesi ise tek başına ufak bir tanım yapabilir. Örneğin, "bülbül" dediğimizde ötüşünü hatırlarız. Fakat “bülbül, gül için öter” dediğimizde, o ses ritim ve anlam kazanır. Bülbül bu anlamın farkında olmayabilir; ama dinleyen, bu seste gizli bir hissin yankısını işitebilir. Ancak bu kulaktan değil, kalpten duyulabilen bir yankıdır.
Her sesin kendine özgü bir ritmi ve vücudu vardır. Bu ritim duyulduğu anda anlam ortaya çıkarıyorsa özgür ve özgündür. Bir karganın sesi diğer kargalardan ayrı değildir. Çıkarmış olduğu ses, onun yalnızca karga olduğunu anlatır. Hayvanlarda sesin ritmi, anlam olarak cinsini tanımlamaktan öteye gidemez. İnsanlarda bu durum aynı değildir. Benim çıkardığım ses bana özgüdür. Bu çıkan ses bir insan sesi olmakla kalmaz, tonu ve ritmine göre işiten bir varlıkta anlam inşa eder. Atalarımız bu yüzden "Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır." demiştir.
Modern dünyada sesler çoğalmış ve yükselmiştir. Ulaşılabilirlik, seslerin ve görüntülerin çeşidini kolay erişilen bir noktaya taşımıştır. Her şey bir tık kadar yakındadır artık. Fakat bu yakınlık, zannedildiği gibi bizi birbirimize yaklaştırmamıştır. Mesafesizliğin sınır tanımayan terörü, kalpler arasındaki uzaklığı daha da artırmıştır. Özlem, hasret gibi duygular tozlanmaya yüz tutmuştur.
Çünkü mesafenin kalkması, insana daha fazla hak iddiası yüklemeye başlamıştır. “Madem bu kadar yakınsın, o hâlde daha fazla ilgilenmelisin,” fikri yaygınlaşmıştır. Ben merkezli düşünce, karşısındakinden sürekli zaman ve dikkat bekleyen bir hale bürünmüştür. Böylece duygular yakınlaştıkça yıpranmış, ilişkiler temas ettikçe tükenmiştir. Bu durumu tasarlayan tasarımcılarsa algoritma sahipleridir.
Dinlenen müzikler, şiirler de artık kodların tesiri altındadır. Popülerliğe göre seçilen ve daha fazla kişiye erişim sağlayan parçalar ön plandadır. Aynılaşmak marifet sayılmıştır. Oysa algoritma dediğimiz sistem kodlanırken kıyas ve yarış esas alınmıştır. Kullanıcılar birbiriyle kıyas ve yarış halinde olacak şekilde kodlama yapılmıştır. Bu da seslerin, ritimlerin ve anlamların kaybolmasına yol açmıştır.
Algoritmaların sahipleri, haksız oldukları konularda bile sesleri bastırmaya yönelik araçlar geliştirmiştir. Bu araçlar, kimi zaman sizi ön plana çıkarır; kimi zamansa sizi görmezden gelir. Özellikle onların istediğini yapmadığınızda, sesiniz görünmez hâle gelir. Artık sesler, algoritmaların egemenliği altında kıyaslanabilir ve kısılabilir olmuştur. Hangi sesin duyulacağına karar veren, hakikatin kendisi değil; kimin sistemin kurallarına uyduğu olmuştur. Fakat unutulmamalıdır dört duvar arasında, bir dergâhta söylenen sözler bile zamanı aşmıştır. Çünkü hakikat, algoritmaların değil, kalplerin sırrında taşınır.
Algoritmaların kurduğu düzende örneğin, X kişisi tatile gidiyor. Takipçileri onun tatile gittiğini paylaşımlarından biliyor. Tatile gitmek isteyen ve maddi imkânı olmayan kişiler, kıyaslama yaparak kredi çekip tatile gidiyor. "Senin ondan ne eksiğin var?" düşüncesiyle hareket etmeye başlıyor. Fakat hayat, her birimiz için ayrı bir terbiye sistemi ile işliyor. Böyle bir durumda benim gözlerimin de başkalarının ayaklarında olması gerekir. Tam da bu noktada kalbin sesi, ritmi ve anlamı devreye giriyor.
Her insanın kalbi belli bir ritimle atmak zorundadır. O ritimle beraber bir sesi de mevcuttur. Ancak her insanın kalp sesi ve ritmi anlam ifade etmez. "İnsanın yaşaması bir anlam olarak yeter," diyebilirsiniz. Fakat ben derim ki: Yaşamanın bir emaresi olması gerekir. Çünkü her insanın kalbi aynı ses ve ritimde atar. Bu yalnızca kalbin görevidir. Ancak kalbin anlamını belirleyen, ses ve ritmin kimin için attığıdır. Modern dünyada bu anlamdan yoksun yaşayış biçimi, bizim yalnızca hayatta oluşumuzun emaresini verir.
Algoritması bozulan, istediği kadar beğeni alamayan ve istediği şekilde hayat yaşayamayan; kıyas yapan kişi, yaşıyor olabilir mi hakikaten? İşte bu kişi, yağmurun kiremite düştüğünde çıkardığı ses gibidir. Edilgendir. Sesi, ritmi ve anlamı başkasının kodlanmış olduğu numaralardadır. Kendini, onların kodlarına göre anlamlandırmaktadır. Ayrıca onlar yağmur gibi rahmet de vermez. Yağmurlu havada bir damla suya muhtaç eder.
Kendilik, ancak ötekinin gölgesi olmaktan vazgeçtiğimizde ortaya çıkar. İnsan, başkasına benzediği ölçüde silinir. Oysa her bir ses, kendine özgü bir yankı bırakmak için vardır. Aynılaşmak, tabiatın çoğulluğuna ihanet etmektir. Tohumlar bile toprağa düştüğünde birbirini taklit etmez; her biri başka bir çiçeğe, başka bir renge dönüşür. Kıyas, kalbin yönünü dışarıya çevirir; oysa anlam, içeride saklıdır. İçerideki sesi bastıran her dış yönelim, insanı kendinden uzaklaştırır. Çünkü başkasına benzemeye çalışan kişi, kendi sesini duyamaz. Kendi sesini duyamayan ise kendi ritmini kaybeder.
Kıyas söz konusu olduğunda ve başkalarının kusursuz hayatları sergilenirken, bu duruma içerleyen kişi hakkında şunu düşünürüm: Sen yalnızca gördüklerin üzerinden mi düşünüyorsun? Oysa o görüntülerin ardında, belki de çok zor şartlarda hayatta kalmaya çalışan bir insan vardır. Görüntüler her zaman göründüğü gibi değildir. Ayrıca insan sadece gördüğüyle harekete geçemez. Harekete geçen kişi, bakmanın ne olduğunu bilen kişidir. Hâli görür, durumunu tartar ve buna göre aksiyon alır. Oysa modern dünyanın “sosyal” dediğimiz mecralarında, insanlar giderek daha etkisiz ve tepkisiz hâle gelmektedir. Bu da sonunda, kendine bile faydası dokunmayan bir toplum doğurur.
Takipçisi bol ve mükemmel bir hayat yaşıyor gibi görünen birçok kişinin intihar ettiğini görüyoruz. Bu, aslında içten içe yaşanan bir yıkımın delilidir. İnsan, kendinden kaçmak için sosyal mecraları kullanmamalıdır. Gerektiğinde acılarıyla yüzleşebilmeli, onların içinden geçebilmeli. Kaçmak kolay olanıdır. Oysa acılardan geçmeyen insan ne öğrenebilir? Sadist olalım demiyorum elbette; ama başımıza gelen her olayın bir dili, bir hikmeti olduğunu anlamayı öğrenmeliyiz. Hayat bizim hayatımız. Onu başkalarının ritmine göre değil, kendi kalbimizin ritmine göre yaşamalıyız.
Hayat, bizzat yaşanması gereken bir yerdir. Saçımızın bir teli bile bir başkasına emanet edilmeye gelmemelidir. Başkalarının aynalarında, başkalarının gözleriyle bakmak; başkalarının parmak uçlarındaki beğeniye teslim olmak, hayatı yaşamamak anlamına gelir. Algoritmayı düzeltmeyi bilmiyorum. Fakat kalbin ne olduğunu iyi biliyorum. Gerçek hayatta kalp ritmi bozulan bir kişi, öncelikle kardiyolojiye gider. Çünkü bu, her an yaşamakla bağı kopabilir demektir. Yaşamak bir kez tecrübe edilir; bu yüzden hafife alınmamalıdır.
Peki, bizim kardiyolojimiz nerededir?
Kalbimizin kulaklarını açtığımızda içeriden cılız ama ısrarlı bir ses duyulur. Bu ses, çoğu zaman kolay olanı değil; zor ama doğru olanı fısıldar. Genellikle kişinin çıkarına değil, vicdanının huzuruna yöneliktir.
İşte bu sesin işaret ettiği yol, bizim gerçek kardiyolojimizdir. Bu yolda yürürken içimizde sessizlikle birlikte güzellikler birikir. Sessizlik, insanın iç âlemine çekilip derinleşebilmesi için bir rahmettir. O birikim, bozulan kalbimizi onarmak içindir. Ve kalbin usulünü, esasını belirleyen, kalbin sahibidir:
“Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur.”
“…Bilin ki! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o, iyi (doğru ve düzgün) olursa bütün vücut iyi (doğru ve düzgün) olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Bilin ki! O, kalptir.” [1]
Kaynakça:
- Buhârî, Îmân, 39
Yorumlar
Yorum Gönder