"Biri dedi, dünyada derviş yoktur. Eğer derviş varsa o derviş yoktur."

Celâleddin Muhammed Rumi Hazretleri der ki:  [1736] Ben benliği, benliksizlikte buldum da benliği benliksizlikle dokudum.
    Meyve dolu bahçeye girdiğimde renkler, kokular, tatlar ve türlü türlü lezzet cümbüşü görürdüm. Kiraz kırmızısı, şeftali kokusu, kayısı tadı duyularımı ve duygularımı oyalardı. İrade sahibi olmadan irade göstermelerini hayretle karşılardım. Lezzetlerini tattığımda düşünce yağmuruna tutulurdum. Kokuyla etkileşime giren duyu organlarım olduğu halde, ruhun o hazzı hissetmesine şaşırırdım. İnsan eliyle elde edilen şekerler hastalığa sebep olurken, irade sahibi olmayan meyvelerin şeker oranında nasıl bu kadar başarılı olduğunu düşünürdüm.

    Gençlik çağımdan bu yana sorular dizmeye başladım. Ben kimim? Kiraz neden kırmızı? İçimde konuşan iki adamdan hangisi doğru söylüyor? Sebepler neden sebep içinde? Öteleri düşünerek cevap aradım. Kirazın kırmızı olma nedeninin antosiyan maddesinden, kayısı ve diğer tatlı meyvelerin sakkaroz, fruktoz, glikoz karışımı olan doğal şekerlerden olduğunu öğrendim.

    Kendimin kul olduğunu idrak ettim. Yine de "Benlikten öte, sebeplerden öteki" denkleminde iki adamdan, hangisinin doğru söylediğini düşünürdüm. Yolculuğuma, “öteki adama” kulak vererek başladım. O; her daim iyilik, güzellik ve insan vasfına yakışır olmayı öğütlüyordu. "Yapma! O da candır! Kırma! Vebâli vardır!" gibi telkinlerde bulunuyordu. Diğerine kulak verdiğimde ise her arzunun daha fazlasını istiyordu. Dünyanın benim etrafımda dönmesi gerektiğini söylüyordu. Hem de Dünya'nın Güneş etrafında dönmezse kıyamet olduğunu bile bile! Gördüm ki o; gösterişi, şaşayı, dünyayı arzu edip takatimin yetmeyeceği dileklerde bulunuyordu. Bunları isteme amacını sorduğumda ise "En üstünü biziz. Bunu biz hak ediyoruz" diyordu.

    Oysa bu cümleler ezelden beri tanıdık, Hz. Adem’e (a.s.) üstünlük taslayan şeytanın söylemleriyle aynıydı. Hz. İbrahim'in (a.s.) balta ile kırdığı, Hz. Muhammed Efendimiz'in (sallâllâhü aleyhi ve sellem) Mekke fethinde yerle yeksan ettiği, Efendimizin amcası Ebu Talib'in Mekkeli kadınların dedikodusundan çekindiği putlara ne kadar benziyordu. Zaman içerisinde sebeplere saklanan putlar, kurban olduğum Mevlâ ile insanların arasına giriyor, hakikate ötekileştiriyordu.

    "Severim ben seni candan içeri
    Yolum vardır bu erkandan içeri

    

    Beni bende demen bende değilim
    Bir ben vardır bende benden içeri"

    Yunus Emre Hazretlerinin satırlarını okuduğumda iki adamla iç içe yaşadığımı biliyordum. Artık hangisinin öteki olduğunu da öğrenmeye başladım. Biri "zahmet" derken biri "rahmet" diyordu. "Süleyman var Süleyman'dan içeri" diyerek Süleyman aradım kendimde. Hz. Adem’e (a.s.) buğday, Hz. Eyüp'e (a.s.) hastalık, Hz. Yusuf'a (a.s.) kuyu, Hz. Yakup’a (a.s.) hasret kisvesinde sebeplerden ötelere giden imtihanlar gördüm. Çünkü onlarda benlik yoktu. Sebepler perdesinde hakikate hizmet vardı.

    "Güzel, doğanın yasalarının bize görünür hâle gelmesidir." diyor Goethe. Bu âlemde bütün eylemler bir sebep dairesinde gerçekleşir. Yani biçimde farklı kılınan meseleler özünde başka bir anlam ve gaye taşır. Sebeplerin birbirine bağlı olması ve iç içe geçerek bire doğru işaret etmesi kul nezdinde iki sınanma için gereklidir.

    1- İdrakı benlikten öteye geçebilecek mi?
    2- Sebeplerin ötesine gayreti var mı?


    Hakk, gözle görünen ve duyularla idrak edilen bu alemde sebepler ve suretlerle açığa çıkmıştır. Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri (k.s) konuyu şu örnekle açıklar. Farklı renklerde ve biçimlerde olan bardaklara su doldurulsun. Doldurulan su; bardakların renklerine göre kırmızı, yeşil, mavi ve sarı olarak görünecektir. Su özünde saydamdır. Fakat türlü suretlerde bardak sebebi ile görünür. İşte Hakk'ın zâtı da tecelliler ve suretlerde sırlıdır.
Celâleddin Muhammed Rumi Hazretleri der ki:

[1736] Ben benliği, benliksizlikte buldum da benliği benliksizlikle dokudum.
    İnsan bütününü ele aldığımızda ardında nizami bir düzen olduğunu hepimiz biliriz. Bu düzenin birazcık aksamasında dahi vücut katlanılmaz acılara kapı aralar. Organlar görevini icra edemeyince zora düşen insan çare aramaya başlar. Onun için deva şartsız bir gerekçe haline gelir.

    Ruhî olarak da insanoğlu kendinin farkına varmazsa fıtrat dediğimiz özü yaralar. Özü yaralanan insan bir yere ait olmak duygusu ile aslında kendini arar. Fakat bu ayrımları yapabilmek için hayatın içine daldığı sebepler akışından çıkması gerekir. Bu da idrâkın artması, kişinin kendini tanıması ile mümkündür. Kısaca kişi ne olduğunu ya da ne olmadığını biliyorsa özünü tanımaya başlar.

    Su özünde yakıcı ve yanıcı maddelerin tepkimesiyle oluşur. Fakat bir ateş yakarsak, suyu odunların üzerine dökersek ateşi söndürür. Suyun kendisinin yanmama sebebine gelirsek, yanıcı ve yakıcı iki maddenin tepkimesi sonucunda meydana gelen bir bileşik olduğu için tekrar yakılamaz. Yani su yanmış bir odunun külleri gibidir.

    Diğer bir örnekle; 50 kg pekmeze 100 gr su ilave edelim. Pekmezi tattığımızda su yoktur. Tarttığımızda ise 50 kilo 100 gr gelecektir. Sözün özü; benlikten öte, sebeplerden ötekini aşamadığımız müddetçe bilmek tek başına yeterli bir eylem değildir.
[3661] Biri dedi, dünyada derviş yoktur. Eğer derviş varsa o derviş yoktur.

    Kaynakça

  1. Mesnevî-i Şerif
  2. Fusûsü’l-hikem
  3. Yûnus Emre Divanı

Yorumlar